
Edebiyat, insanın doğa ile kurduğu bin yıllık ilişkinin en samimi kayıtlarından biridir. Ancak bu ilişkinin sanayileşme, kentleşme ve ekolojik krizle birlikte radikal bir dönüşüm geçirdiği modern çağda, edebiyat eleştirisi de bu değişime kayıtsız kalamazdı. İşte tam da bu noktada, 1990’lı yılların sonunda güç kazanan ekokritik, edebiyatı “yeşil” bir mercekten okuma cesareti gösterdi. Ekokritik, yalnızca edebi eserlerdeki doğa betimlemelerini listelemekle yetinmez; insan-merkezci (antroposenik) bakış açısını sorgulayarak, doğanın edebi temsillerinin ardındaki ideolojileri, korkuları ve umutları deşifre eder. Bu disiplin, edebiyatı bir çevre söylemleri alanı olarak görür ve insanın doğa ile olan etik, politik ve varoluşsal ilişkisini anlamamıza aracı olur.
Doğanın Romantik İdealden Sömürülen Kaynağa Dönüşümü
Klasik edebiyatta doğa, çoğu zaman iki zıt kutup arasında salınmıştır. Bir yanda Romantik akımda olduğu gibi ululaştırılan, ilham ve huzur kaynağı olarak görülen bir sığınak; diğer yanda Aydınlanma ve Sanayi Devrimi zihniyetiyle birlikte kontrol altına alınması, disipline edilmesi ve sömürülmesi gereken bir kaynak. William Wordsworth’un dizelerindeki dağlar ve göller, insan ruhunun aynası iken, birçok erken dönem macera romanında vahşi doğa, “medeniyet” tarafından fethedilmesi gereken bir düşman olarak resmedilmiştir. Ekokritik, bu temsillerin tarihsel arka planını okur. Romantiklerin doğaya duyduğu özlem, aslında endüstriyel kapitalizmin yükselişine bir tepki iken, sömürgeci anlatılardaki “işlenmemiş topraklar” miti, doğanın ve yerli halkların sömürülmesini meşrulaştıran bir söylem işlevi görmüştür.
Distopyanın Yeşil Tonları Ekolojik Çöküşün Edebi Tasviri
Yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren, çevre felaketlerinin somut tehdidi edebiyata daha karanlık ve distopik temalarla yansımaya başladı. Bu dönemde doğa, artık ne romantik bir ideal ne de fethedilecek bir düşmandır; insan eliyle tahrip edilmiş, hasta bir varlıktır. J.G. Ballard’ın “Kuraç Dünya” veya “Suni Ağaçlar” gibi eserleri, iklim değişikliğinin radikal sonuçlarını erken dönemde tasvir eden korkutucu kehanetler gibidir. Cormac McCarthy’nin “Yol” adlı romanı ise ekolojik ve toplumsal bir çöküşün ardından yaşam mücadelesi veren bir baba ve oğulun hikayesini anlatarak, insanlığın doğayla birlikte kendisini de nasıl tüketebileceğine dair çarpıcı bir tablo çizer. Bu distopyalar, okuru eyleme geçmeye davet eden birer uyarı metni işlevi görür.
Yerlinin Bilgeliği ve Doğa ile Uyum Arayışı
Ekokritik, Batılı insan-merkezci anlatıların ötesine geçerek, yerli kültürlere ve onların edebi geleneklerine de kulak verir. Yerli edebiyatlar, genellikle doğa ile kurulan karşılıklı, saygılı ve ruhani bir ilişkiyi merkeze alır. Doğa, sadece bir kaynak değil, bir akraba, bir öğretmen ve bir evdir. Örneğin, Amerikalı Yerlilere ait sözlü gelenekteki hikayeler veya modern yerli yazarların eserleri, insanın doğanın efendisi değil, onun bir parçası olduğu felsefesini yansıtır. Bu anlatılar, sürdürülebilir bir varoluşun ancak uyum ve denge içinde mümkün olabileceğini hatırlatarak, modern tüketim toplumuna güçlü bir alternatif sunar. Ekokritik, bu sesleri görünür kılarak edebiyat kanonunu genişletir ve farklı epistemolojik bakış açılarını tartışmaya açar.
Türk Edebiyatında Doğa ve Çevre Bilincinin Evrimi
Türk edebiyatı da doğa temasını işleyişi bakımından zengin bir birikime sahiptir. Divan şiirindeki stilize edilmiş bahar betimlemelerinden, Tanzimat sonrası edebiyatta memleket manzaralarına uzanan bir çizgide doğa, daima var olmuştur. Ancak modern Türk edebiyatında, özellikle 1970’lerden sonra, doğa teması daha politik ve eleştirel bir boyut kazanmaya başlar. Yaşar Kemal, özellikle “Binboğalar Efsanesi” gibi eserlerinde, göçebe kültürün yok oluşunu ve doğanın talanını büyük bir lirizmle anlatarak bir çevre bilincinin öncüsü olmuştur. Latife Tekin’in “Berci Kristin Çöp Masalları” ise kırdan kente göçün ve çarpık kentleşmenin doğa ve insan üzerindeki yıkıcı etkilerini anlatır. Günümüzde Buket Uzuner’in “Toprak”, “Su”, “Hava” ve “Ateş” dörtlemesi gibi eserler, ekokritik perspektifi doğrudan merkezine alarak, Anadolu’nun kadim ekolojik bilgisi ile modern çevre sorunlarını buluşturur.
Sonuç olarak, ekokritik bize edebiyatın sadece insanlar arasındaki çatışmaları değil, aynı zamanda insanlığın evle, yani dünyayla olan derin ve karmaşık ilişkisini de anlattığını gösterir. Edebi metinler, bir yandan gezegenimizin içinden geçmekte olduğu krizi anlamamıza yardımcı olurken, diğer yandan farklı bir varoluş biçiminin hayalini kurmamız için bize ilham verir. Doğa ve çevre temasının edebiyattaki yansımalarını okumak, sadece estetik bir deneyim değil, aynı zamanda ekolojik bir sorumluluk ve varoluşsal bir arayıştır.