
Edebî arenada sadece sağlıklı insanların yer aldığı karakterlerin bulunduğu kitaplar veya eserler ortaya konulmaz. Edebî dünyada gerçekçilik adına ne varsa edebiyatçılar tarafından eserlerine konuk edilmiştir. Bunlardan bir tanesi de insanların yaşamış olduğu hastalıklar alanındadır. Veremin romantikleştirilmesi ve vebanın toplumsal çöküşünde edebiyat, insan deneyiminin en karanlık ve en zorlu yönlerini keşfetmek için her zaman güçlü bir araç olmuştur. Hastalık teması da yazarlar tarafından sıklıkla hem bireysel trajedileri hem de toplumsal çözülmeleri sembolize etmek için kullanılmıştır. Özellikle Romantizm akımında verem (tüberküloz) ve veba (veba salgınları) gibi hastalıklar, yalnızca fiziksel birer durum olmanın ötesine geçerek derin anlamlar ve metaforlar kazanmıştır. Bu iki hastalığın edebiyattaki tasviri, toplumun ölüm, acı ve kırılganlıkla olan ilişkisine dair çarpıcı birer ayna görevi görür.
Romantizm ve Melankolinin Sembolü Olan Verem Hastalığı
Yazarlar edebi eserlerinde dönemin baskın hastalıklarını romantize ederek edebi eserlerini daha çok çekici hale getirmeye çalışmışlardır. 19. yüzyıl Romantizm akımı, duygusallığı, doğaüstü olanı ve bireyin içsel ıstırabını ön plana çıkardı. Bu dönemde verem, edebiyatta adeta romantikleştirilerek melankoli, tutku ve hatta bir tür arınmışlıkla ilişkilendirildi. Hastalık, karaktere trajik bir güzellik ve derinlik katan bir araç haline geldi.
Veremin edebiyattaki bu dönüşümünün ardında yatan birkaç sebep vardır. Hastalığın fiziksel semptomları – solgun ten, ateşli bakışlar, zayıf ve narin bir beden – Romantik idealleştirmeye son derece uygundu. Ölüme yavaş yavaş yaklaşan, hassas ve duygusal açıdan kırılgan bir kahraman, dönemin “hastalıklı güzellik” (illness aesthetic) idealini temsil ediyordu.
Alexandre Dumas fils’in Kamelyalı Kadın (1848) ve Victor Hugo’nun Sefiller (1862) eserlerindeki Fantine karakteri, veremli genç kadın imajını ölümsüzleştirdi. Ancak hiç şüphesiz bu temanın en ikonik örneği, Franz Kafka’nın Dönüşüm‘ü değil, ama daha çok Romantik dönem yazarlarının eserlerinde görülür. Verem, bu karakterlerde masumiyetin yitirilişinin, toplum dışına itilmişliğin ve aşk uğruna katlanılan ıstırabın bir göstergesiydi. Kahramanın yavaşça eriyip gitmesi, onu dünyevi zaaflardan arındırıyor ve ruhani bir boyut kazandırıyordu. Bu tasvir, hastalığın gerçekte sebep olduğu korkunç acıyı perdeleyerek onu neredeyse arzulanır bir kader haline getiriyordu.
Veba Sadece Bir Hastalık Değil, Toplumsal Çözülmenin ve Kolektif Korkunun Alegorisi
Hastalık her anlamda kötü bir şeydir ama belki de bazen hastalığın korkutucu ve kitlesellik atfeden tarafı, insanlar için bir konuya daha çok odaklanma sebebi oluyordur. Edebiyatçıların hastalığı melankolik bir boyutun ötesine çıkararak daha dikkate değer, daha edebi bir üslupla dile getirmeleri, gerçekliği edebi eserleriyle yeniden üretmeleri, belki de insanla gerçeklik ilişkisi arasındaki ilintiyi ifade etmenin en önemli yollarından bir tanesi olarak görmelerinden kaynaklanıyordu. Mesela veba hastalığı edebiyatta çok daha farklı, daha kitlesel ve daha korkutucu bir şekilde tasvir edilmiştir. Bireyi değil, toplumun tamamını hedef alan veba, kaosun, çöküşün ve insan doğasının en ilkel içgüdülerinin ortaya çıkışının bir alegorisi olarak kullanılmıştır. Romanlarda veba salgını, mevcut sosyal ve politik düzeni alt üst eden, insanları yalnızca fiziksel olarak değil, ahlaki olarak da test eden bir laboratuvar işlevi görür.
Giovanni Boccaccio’nun Decameron (1353) adlı eseri, veba salgınını anlatan en erken örneklerden biridir. Salgından kaçan bir grup gencin anlattığı hikayeler, ölüm karşısında hayata ve insan hikayelerine duyulan ihtiyacı vurgular. Ancak veba temasını en derin şekilde işleyen eser, hiç şüphesiz Albert Camus’nün Veba (1947) adlı romanıdır. Camus, vebayı sadece bir hastalık olarak değil, Nazi işgalinin, kötülüğün ve insanlığa musallat olan her türlü totaliter tehdidin bir metaforu olarak kullanır. Oran şehrine dadanan veba, toplumu tecrit eder, dayanışma ve bencillik, cesaret ve korku arasındaki çizgiyi belirginleştirir.
Veba edebiyatta, toplumun çürümüşlüğünün, adaletsizliğinin veya tanrının bir cezasının sembolü olarak da karşımıza çıkar. İnsanların nasıl tepki verdiğini – kimilerinin kahramanca mücadele ettiğini, kimilerininse çıkarları için fırsatçılık yaptığını – gözler önüne sererek ahlaki bir sorgulamaya zorlar. Vebanın tasviri, veremin bireysel trajedisinin aksine, kolektif bir paranoya ve çöküş atmosferi yaratır.
Gerçekliğin İki Farklı Kutbu
Gerçekliğin içinde insani duyguları daha soyut ve bağlamından koparmadan ifade etmenin en önemli göstergelerinden bir tanesi, veba ve verem gibi iki hastalığın edebi eserlere konu edilmesiyle mümkün olabilirdi belki de. Verem ve vebanın edebiyattaki bu farklı tasvirleri, aynı temel insani kaygıyı yansıtır: ölüm karşısındaki çaresizlik. Romantizm, bu çaresizliği bireyin içsel ve poetik dünyasına hapsederek onu güzelleştirir ve anlamlandırır. Veba ise aynı çaresizliği kitlesel bir paniğe dönüştürerek toplumun temellerini sarsar ve insanlığın gerçek yüzünü ortaya çıkarır.
Her iki hastalık tasviri de, edebiyatın gücünü gösterir: Soyut korkuları ve toplumsal sorunları somut imgelerle ifade etme gücü. Verem, romantik bir melankoli perdesi ardında bile olsa, ve veba, tüm çıplaklığıyla, nihayetinde okuyucuyu yaşam, ölüm ve insanlık durumu hakkında derin bir düşünceye sevk eder. Edebiyat, bu sayede, tarih boyunca insanlığın maruz kaldığı en büyük salgınları ve bireysel hastalıkları, onları anlamlandırabileceğimiz ve onlarla yüzleşebileceğimiz birer hikayeye dönüştürmüştür.