Kategoriler
Kitap

Kitap Biriktirme Hastalığı

Kitaplar, sadece kağıt, mürekkep ve ciltten ibaret fiziksel nesneler değil, aynı zamanda birer semboldür. Onları biriktirip okumama eylemi, yüzeysel bir tüketim alışkanlığından ziyade, insanın iç dünyasındaki karmaşık motivasyonların bir dışavurumudur. Bu durum, kişinin kendisiyle, geleceğiyle ve bilgiyle kurduğu ilişkinin ilginç bir yansımasıdır. Rafları süsleyen ama sayfaları açılmayan her bir kitap, aslında okunmaktan öte bir vazife görür. Bu eylemin ardında yatan temel motivasyonları, psikolojik ve sosyolojik derinlikleriyle anlamak gerekir.

Potansiyelin Somutlaşmış Hali Olan “Bir Gün” İnancı
İnsan, doğası gereği kendini sürekli bir potansiyelin eşiğinde hayal etme eğilimindedir. Kitapları biriktirip okumamak, bu potansiyelin en somut halidir. Satın alınan her kitap, aslında “o kişi” olma yolunda atılmış sembolik bir adımdır. Daha bilgili, daha kültürlü, daha derinlikli bir versiyonunun prototipidir. Okuma eylemi ertelendikçe, bu potansiyel mükemmelliğini korur. Kitap okunduğunda ise, o muazzam potansiyel, gerçek ve belki de sıradan bir bilgiye dönüşme riski taşır. Dolayısıyla, kitaplar okunmadan rafta durdukça, kişi için sonsuz bir olasılıklar dünyasını temsil eder. “Bir gün okuyacağım” cümlesi, sadece bir erteleme değil, aynı zamanda kişinin kendine biçtiği değeri ve geleceğe dair beslediği umudu sürdürme çabasıdır. Bu kütüphane, gerçekleşmemiş ama asla kaybedilmemiş fırsatların, öğrenilememiş ama biliniyormuş gibi hissedilen hakikatlerin tapınağıdır.

Entelektüel Kimliğin İnşası ve Görünür Olan Bilgi
Modern dünyada, ne olduğumuz kadar, ne olarak göründüğümüz de önem kazanmıştır. Kitaplar, inşa edilen entelektüel kimliğin en sağlam yapı taşlarıdır. Evinde geniş bir kütüphane bulunduran biri, ziyaretçilerine sessiz ama güçlü bir mesaj verir: “Ben, bu bilgilerin potansiyel taşıyıcısıyım. Ben, bu düşünce dünyasının bir parçasıyım.” Fiziksel varlıklarıyla kitaplar, kişinin sosyal statüsünü, entelektüel ilgi alanlarını ve kültürel sermayesini gözler önüne seren bir dekorasyon işlevi görür. Bu durum, samimiyetsizlik değil, çoğu zaman bireyin aidiyet hissetme ve kendini bir topluluğun parçası olarak tanımlama ihtiyacından kaynaklanır. Okunmamış bir klasik, kişiyi edebiyat çevrelerine; anlaşılmamış bir felsefe eseri, onu derin düşünürler kulübüne dahil eder. Kitaplar okunduğunda bu kimlik kişiselleşir ve içselleşir, ancak okunmadan da sırf varlıklarıyla bir kimlik sinyali yaymaya devam ederler.

Kaçışın ve Kontrolün Nesnesi Olarak Mini Bir Dünya Kurmak
Hayatın kaotik, belirsiz ve kontrolümüz dışında işleyen doğası, bireyde bir güvenlik arayışına yol açar. Kişisel kütüphane, bu arayışın sonucunda inşa edilmiş, kişiye özel, minyatür ve tamamen kontrol edilebilir bir dünyadır. Kitapların satın alınması, sıralanması, kategorize edilmesi, bir düzen kurma ve bu düzen üzerinde mutlak hakimiyet sahibi olma içgüdüsünü tatmin eder. Bu, dış dünyadaki karmaşaya bir panzehir, terapötik bir eylemdir. Aynı zamanda, kitapların içindeki keşfedilmemiş dünyalar, gerçek hayatın sıkıntılarından ve sorumluluklarından bir kaçış rotası sunar. O rotaya hiç çıkılmamış olsa bile, orada olduğunu bilmek bile huzur vericidir. Buradaki motivasyon, aktif bir keşiften ziyade, sığınılacak limanların haritasını elinde bulundurmanın verdiği pasif güven duygusudur.

Sahip Olma Dürtüsü ve Tüketim Çağının Yansıması
İçinde bulunduğumuz tüketim çağı, meta biriktirmeyi neredeyse bir refleks haline getirmiştir. Kitaplar da bu meta akışının bir parçasıdır. İndirimler, sınırlı baskılar, özel koleksiyonlar, bireyleri “sahip olma” dürtüsünün esiri haline getirir. Burada motivasyon, kitabın içeriğinden ziyade, ona sahip olmanın verdiği hazza kayar. Kitap, okunacak bir nesne olmaktan çıkar, bir “obje”ye dönüşür. Sosyal medyada “haul” (yeni alınan ürünlerin paylaşımı) kültürünün bir parçası haline gelir. Biriken kitaplar, kişinin kültürel tüketim kapasitesinin ve ekonomik imkanlarının bir göstergesi olarak işlev görür. Bu durum, bilginin özümsenmesinden ziyade, onun en hızlı ve en çok şekilde elde edilmesine odaklanan modern bir hastalığın tezahürüdür.

Bilginin Ağırlığı ve Mükemmeliyetçilik Korkusu
Son olarak, okunmamış kitapların ardında bazen bir korku yatar: Bilginin ağırlığı ve onunla yüzleşememe korkusu. Bazı kitaplar o kadar derin ve kapsamlıdır ki, kişi onları anlamaya vakıf olmadığını düşünerek erteleyebilir. “Yeterince odaklanamayacağım,” “tam anlamıyla kavrayamayacağım” gibi düşünceler, mükemmeliyetçi bir tavırla birleşerek kişiyi hareketsizliğe sürükler. Bu, bir tür “okuma kaygısıdır.” Ayrıca, bir kitabın bittiğinde vaat ettiği o büyülü dünyanın sonuna gelme, onunla olan ilişkinin bitme ihtimali de bir başka korku kaynağıdır. Kitap okunmadığı sürece, olası tüm anlamlar ve heyecanlar taze kalır. Okunduğunda ise, belki hayal kırıklığı, belki de bitmişliğin verdiği hüzün yaşanabilir. Bu nedenle, kitaplar, okunmamış halleriyle birer “vaat” olarak kalmaya, kişiyi heyecanlandırmaya devam eder.

Sonuç olarak, kitapları biriktirip okumama eylemi, tembellikten ziyade, insan psikolojisinin derin katmanlarına uzanan karmaşık bir olgudur. Bu davranış, potansiyelini koruma, bir kimlik inşa etme, kontrol ve güvenlik arayışı, tüketim kültürünün bir parçası olma ve bilginin ağırlığı karşısında duyulan korkunun bir bileşkesidir. Raflar, aslında okunacak kitaplardan değil, yaşanacak hayatlardan, kurulacak kimliklerden ve duyulan korkulardan oluşan sessiz bir enstalasyondur. Her cilt, sadece bir hikaye değil, aynı zamanda sahibinin kendi hikayesine dair bir ipucu barındırır.